29 Kasım 2010 Pazartesi

banu alkana tokat




Bir dönem de bunlar modaydı değil mi? TV'lerde tokat devri:)

24 Kasım 2010 Çarşamba

Dosya Dolabım...

bu dünyaya geldiğimiz günden beri ne çok dosyamız oluyor hiç farkettiğiniz oldu mu? sonuncusunu ben bugün öğleden sonra aldım...

doğarsınız doğum belgelerinizin saklı olduğu dosyanız olur, mahalle kayıt dosyanız, nüfus dairesi kayıt dosyalarınız, polis kayıtları derken okula başlarsınız okulda da bir dosya açarlar sizinle birlikte seyahat edecek, sınav evraklarınız için ayrıca dosyalar, okul biter ayrıca dosyalar, bir de işe başlarsınız özlük dosyası, disiplin dosyaları, mahkeme tutanak dosyaları bilmem en derken bakın daha şimdiden ne çok dosyanız var...

dosyalar artık benim farklı kişiliklerdeki hallerimle sanki yeniden tanışmam gibi oldular... her tanıştığım dosyama karşı o günleri hatırlayan sorgulayan ve onu yakından tanımaya çalışan biri gibi bakıyorum... bugün ise en disiplinli ve en sert dosyamla tanıştık... kendisi askerlik dosyam... Dosya No: 1986/ bilmem kaç Kütük: surası, düzenlenen yer: burası gibi sert ifadelerle kaşları çatık, pembemsi kalın içinde bir sürü belge bulunduran bir dosya... pembe membe dedim de bozulmasın şimdi.. hani öyle sert pembelerden ben o renge (pantone kataloğu dahil) janjanlı bir ad bulamadığımdan ruhsuz pembe diyorum. insanın içini sıkan cinsten...

gerçi dosyanın da bir kabahati yok. bulunduğu mekan bir de içinde emredici niteliği o kadar kati bilgiler garibim o ne yapsın. benim gibi korkmuş, kasmış kendisini, kapağı bile açılırken yırtılacak sanki koca karton şey...

ohooo gerçi bu ne ki insanların nice önemli hayat memat meselesi olan davalarının dosyaları var ki ben onlara dosyaların ağababası diyorum. Ergenekondan ya da bilmem ne davasında En ağır cezada yargılanan insanların dosyaları var ki masada "beheey ben burdayım, paşalar gibi" diye haykırıyorlar. onlara bakınca benim masum mütevazi ama kendi çapında çok da korkutucu olan dosyam açıkçası bana şirin bile gözüküyor:)

bakalım daha ne dosyalarımız olacak? onu bunu bilmem de son bir ayım kaldı hakkaten gidiyor muyum neyim askere? Kalın sağlıcakla...

Niçin İçki Kadehlerini Tokuştururuz?

Bu konuda daha güncel ve romantik bir hikaye var. Biliyorsunuz insanda beş ana duyu var: Dokunma, görme, koklama, tat alma ve işitme. Yemeğe gidilen bir restoranda şarap ısmarlanırsa, garson şarabı getirdikten sonra bardağa bir parmak koyar ve kontrol etmesi için doğrudan erkeğe uzatır. Hiç bir kadının da itiraz etmediği bu durum gerçekten anlaşılmazdır. Çünkü dünyadaki aroma ve tat alma uzmanlarının çoğu kadındır.

Neyse biz gelelim restorana... Kadehin soğuk temasıyla dokunma duyusu tatmin edildikten sonra kadeh havalı bir şekilde göz hizasına kadar kaldırılıp şarabın rengine bakılır. Görme duyusu kontrolünden sonra kadeh burun hizasından bir sağa bir sola gezdirilerek koklanır.
Minik bir yudum alarak tadını da algıladınız. Zaten şaraptan pek anlamıyorsunuz. Garsonun da mantarını açtığı şarabı kendisi içmezse başka birine verecek hali yok. Mecburen 'mükemmel' diyorsunuz. Ama hala bir duyu kaldı, işitme duyusu. İşte o duyuyu da kadehleri tokuşturup, 'çınnn' sesini duyduktan sonra tatmin ediyoruz.

Hikaye gerçekten romantik ama işin aslı biraz değişik. Antik çağlarda bir insanın düşmanını yemeğe davet edip, onu ortadan kaldırmak için zehirli bir içki sunması görülmemiş bir şey değildi. Ev sahibi içkisinin zehirsiz olduğunu ispat etmek için kendi içkisini havaya kaldırır ve misafirin içkisinden bir miktarını kendi bardağına dökmesine müsaade ederdi. Her iki kişi de içkilerini aynı anda içerek birbirlerine olan güvenlerini gösterirlerdi.

Misafir ev sahibine olan güveninin çok fazla olduğunu göstermek için bardaklar havada yan yana geldiğinde, kendi içkisinden onun bardağına bir şey dökmez, bardağını yavaşça onun bardağına vururdu. Duyulan 'çın' sesi gerçek bir güvenin ifadesi idi.

Erkekler Çiçektir.

Bakmayın, yufkadır biz erkeklerin yürekleri.



Hassas, kırılgan, pamuk kıvamındadır.



İçlerinde hem sevmeye hem de duygulanmaya yetecek yer vardır. Ama göstermeye fırsat bulamayız pek. Çünkü geleneklerden oluşan gaz ve toz bulutu doğduğumuz an bizi çevreleyip emdiğimiz sütü burnumuzdan fitil fitil getirmiştir.



Kafamız lüzumsuz dayatmalar, töreler ve erkeklik değerleriyle öyle doludur ki, yüreğimize bakıp oradaki çiçekleri görmeye fırsat bulamayız pek.



Ama çiçektir bütün erkekler. Nazlı, ketum, gururlu çiçeklerizdir.



Bir kadın bizi anlayıp su ve ışık verdiğinde hemen açıp birer botanik harikasına dönüşüveririz.



Kasımpatı gibi oluruz mesela...



Sert kasım rüzgârlarıyla patlar, sert görünüşlü kalbimizin balkonundan seyrederiz geleni geçeni.



Dilimizin altında söylenmemiş sözler vardır. Ruhumuzun diplerinde saklı bir sevda bekler. Söylenmemiş şeylerin güzelliğiyle serpilir, uzun süre solmadan durabiliriz. İsteriz ki Akdenizli bir kadın çıksın, sorsun halimizi. Sıcak güneşiyle bizi ısıtsın ve kurtarsın delikanlı ruhumuzu, içimizdeki bitmek bilmeyen sonbahardan.



Akşamsefası gibi ya da...



Sadece yaz akşamlarında açar, boynumuzu sadece ince bilekli, güzel ayaklı kadınların önünde eğeriz, parmaklarını öpmek için.



Bu gece hayatımız yüzünden adımız kolayca çapkına, arsıza çıkar. Oysa kimse bilmez; ipek gibidir dokumuz. Güneşin sert ışığından, gündüzün itiş kakışından yaralanır, içten içe kanarız.



Sonra yine gece olur, giyinip süslenip çıkarız piyasaya.



Kendimizi dosta düşmana sakınmadan gösteririz. İlgi çekmek için misler gibi kokar, sabahın ilk ışıklarıyla karışırız kayıplara. Kadınları kendilerine aşık edip kaçanlar, sevdiği kız yüzünden adam vuranlar akşamsefaları arasından çıkar.



Yaz aşklarını saygıyla yaşar, usulca öperiz bizi koparan kadınları boyunlarından.



Manolya gibi olanlarımız da vardır.



Eğer manolya erkeğiysek, sadece görünüşümüz değil, adımız bile iyilik çağrıştırır. Bizi koklamak güzel olmasına güzeldir de ilişki ciddiye biner, hele evliliğe falan uzanırsa sorun yaşanabilir.



Çok uğraşmak gerekir çünkü manolyalarla.



Onlara özen göstermek, başlarını okşamak gerekir. Aslında yanlarında kendinizi eski bir Rus romanında zannetmeniz işten bile değildir. Karın döne döne yağdığını, uzaktan bir atlının yaklaştığını hayal meyal görürsünüz. Öyle romantik, öyle yiğittirler. Sevdiklerine kendilerini öykünün esas kızıymış gibi hissettirirler.



Gerçi bu durum bir süre sonra fenalık da getirebilir kadınların içine. Şimdiki zamanı ve gerçek hayatı özletebilir. Yine de bir manolya ağacına bakıp onu zarif bir erkeğe benzetmek güzel şeydir.



En azından manolya tarzı erkekler bayılır böyle benzetmelere.



Erguvan çiçekleri de Boğaz kıyılarına bayılır.



Beyefendidir erguvan erkekleri. Kadınları anlamayı, onlarla konuşurken her sözcüğü bir şölene çevirmeyi gayet iyi bilirler. Aşiyan’a gidip boğaz kıyılarını gerdanlık gibi süsleyen erguvanlara bakar, orada inci gerdanlığın süslediği bir kadın boynunun hayalini görürler.



Bir kadın için böyle bir erkekle birlikte olmak erguvan ömrünü yaşamaya benzer. Pembeden eflatuna doğru, sevişe sevişe gidersiniz. Siz sevişirken aylardan hep Nisan olur, hiç bitmez.



İçindeki doğanın coşmasını, kadınlığının çiçek açmasını isteyenler bilsin: Erguvan erkekleri tam onlara göredir.



Kamelyalı kadınlarsa başka erkeklerden hoşlanır.



Kamelya erkeklerinde doğunun güzelliğini bulursunuz. Narinliği ve gücü aynı anda görürsünüz mesela. Bu yan yana geliş doğrudan dişiliğine etki eder bir kadının.



‘Kamelyalı Kadın’ öyküsündeki aşk nasıl imkânsızsa, kamelyalı bir erkeği yüzde yüz anlamak da o kadar imkânsızdır. Bu yüzden ulaşılmaz görünürler ilk bakışta. Bu yüzden yalnız, tuhaf ve çocuksudurlar.



Belki güzeldirler güzel olmasına; ama bu güzellik bazen de hüzün verir.



Biz erkekler, çiçeğizdir. Solmaya hazır taçyapraklarımız, kolayca bükülen birer boynumuz vardır.



İyi bakılırsak çok iyi sevgili olur bizden. Baba, ağabey, kardeş olur. Ama hayat fırtınası dört yandan eserken zorlanırız bazen. O zaman isteriz ki çiçek adlarını bilen bir kadın girsin rüzgârla aramıza. Her şeyi göze alıp korusun bizi.



Korusun ki açalım, onun güzel bahçesinde.


Tuna Kiremitçi A.Ş.K Neyin Kısaltması

Rakı

Romatizmaya, dis agrisina, kekemelere, cin carpmasina, ucuk, kemik kirilmasina, kil donmesine, tras kesigine, hayat carpmasina iyi gelir.
utangac asiklara cesaret, dertlilere umut verir.
turkiyeyi sekillendiren buyuk kararlar hep raki sofrasindan cikmistir.
kim bilir hangi romanlarin, siirlerin temelleri atilmistir bir raki sisenin golgesinde.
sair doyamayip rakiya balik olmak istememis midir?
cumhuriyetin en onemli enstitulerinden saatleri ayarlama enstitusu bir raki sofrasinda dogmamis midir?
kemal sunal kofteci dukkani acmaya karar vermemis midir, rakisini tam bittigi anda?
ulkenin en zorlu donemlerinde halk ayaklanmamissa bunun sebebi meyhaneler degil midir?
sessizce rakisini yudumlayan bir genc kizin yuzundeki aydinlik nerede vardir sorarim size.
raki icenlerin masasindaki hava, muhabbet, samimiyet, sarap icenlerin masasinda yakalanir mi hic?
sarapcilar ikiye ayrilir, birinci grup sokak sarapcilaridir, kopek olduren icerler para buldukca, umutlari olmadigi icin icerler, baska yapacaklari olmadigi icin.
ikinci grup entel takimidir, bunlar kirmizi sarap icerler, filmlerden bahsederler, isyerine yeni gelen stajyerin beceriksizligiyle alay ederler.
rakicilar ise tek bir ailedir, nereden gelirsen gel, cebinde ne kadar paran olursa olsun, ister doktora yapmis bir alim ol, ister yildiznameyi cozmus, ister tek bildigin harfler r a k ve i olsun, o siseyi acip da masaya oturdugunda hepiniz aynisinizdir.
iste osmanlidaki hosgoru buradan gelir, turkiyede hala kardeslik kaldiysa bu rakicilarin eseridir.
kuyumcu agop efendi benim bardagima buz koyarken, ben de kalan kavunlari terzi muhammedin tabagina koyuyorsam, bu rakinin sayesindedir.
sorarim size nimetlerin en buyugu degildir de nedir?

bazı ufak anektodlar:
-1 şişe viski devirince bile sarhoş olmayan amerikalının 4. duble rakidan sonra türkçe öğrenip aksaray ağzıyla "ahh ulan ahhh, içim yanıyor kardeşler" dediği rivayet edilir.

-yalnızca suma veya tarımsal kökenli etil alkol ile karıştırılmış sumanın, beş bin litre yada daha küçük hacimli geleneksel bakır imbiklerde, anason tohumu ile ikinci kez destile edilmesi ile üretilen alkollü içkidir.

Irmak Janss'dan alıntıdır

içenle içmeyenin farkı...

iki sarhoş mezarlığın duvarına
yaslanmış içiyorlarmış,
birden karşıdan bir cenaze görünmüş.
sarhoş merak ediyor, bu adam niye öldü diye koşarak gidiyor.
yanaşıyor, nesi vardı neden öldü diyor.
bu adam hep içerdi hep sarhoş gezerdi, ayyaşın biriydi diyorlar

arkadaşının yanına gidiyor oda bizim gibi çok içiyormuş diyor.
biraz duraksıyorlar.

biraz sonra başka bir cenaze geliyor
ağlayan zırlayan.
sarhoş yine merak edip
cenazenin yanına gidiyor neden öldüğünü soruyor.
diyorlar ki takdiri ilahi hiç içki içmez hiç sigara içmez bir adamdı...

sarhoş koşa koşa
arkadaşının yanına geliyor
içelim anasını satayım içenle içmeyenin
arasında 5 dakika var.

Karıma Mektup

Bir tanem!
Son mektubunda:
"Başım sızlıyor
yüreğim sersem!"
diyorsun.

"Seni asarlarsa
seni kaybedersem;"
diyorsun;
"yaşayamam!"

Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda;
yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.

Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgili;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nâzım'a!

Ben,
alaca karanlığında son sabahımın
dostlarımı ve seni göreceğim,
ve yalnız
yarı kalmış bir şarkının acısını
toprağa götüreceğim...

Karım benim!
İyi yürekli,
altın renkli,
gözleri baldan tatlı arım benim;
ne diye yazdım sana
istendiğini idamımın,
daha dava ilk adımında
ve bir şalgam gibi koparmıyorlar
kellesini adamın.
Haydi bunlara boş ver.
Bunlar uzak bir ihtimal.
Paran varsa eğer
bana fanila bir don al,
tuttu bacağımın siyatik ağrısı,
Ve unutma ki
daima iyi şeyler düşünmeli
bir mahpusun karısı.

nazım

Avut insanı ey Tanrı!

Avut insanı ey Tanrı!
Avut onu.
Fellini ile avut onu.
Kasanova'sıyla bu dünyanın,
Tarkovsky'le!
Herzog!
Heart of Glass'la!
Ama kimdir o sürgün?
Charlie Chaplin; The Kid'le!
Grand Illusion'la, Jean Renoir'la!
Korkunç Ivan'la!
Bizler miyiz o sürgün?
Guguk Kuşunu, Orange Mechanic, The Blue Angel,
Markiz'e oturup Şokola Glase isteyerek!...
Kuran ve İncil'le ve Zebur'la dille, yazıyla, sözle, yaratıyla avut...

L.E.

Galatasarayımızın En'leri

Türkiye'nin Avrupa'da kupa kazanan İLK ve TEK futbol takımı GALATASARAY

Dünya sıralamasında 1. sıraya yükselen İLK Türk Takımı.
Devlet üstün hizmet madalyası alan İLK Takım
UEFA Kupası'nı hiç yenilgi almadan kazanan İLK ve TEK Türk Takımı
Üç yıldızı alan İLK takım
Türkiye Süper Ligi'nin İLK Şampiyonu
Dünya Kulüpler Şampiyonası'nda Avrupa'yı temsil eden İLK ve TEK Türk Takımı
Şampiyonlar Ligi'nde Çeyrek Final'e yükselen İLK Türk Takımı
Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası'nda Yarı Final oynayan İLK ve TEK Türk takımı
İstanbul Şampiyonluğu'nu kazanan İLK Türk Takımı (1908-1909)
Yurt dışında galibiyet alan İLK Türk Takımı (1911)
Yurt dışında maç yapan İLK Türk Takımı (1911)
Şampiyonlar Ligi'ne katılan İLK Türk Takımı
Avrupa'da, UEFA Kupası'nı hiç yenilgi almadan kazanan İLK Takım
Balkanlar'da UEFA Kupasını kazanan İLK ve TEK Takım
Uluslararası maçlarda kendi sahasında ardarda EN çok galibiyet alan TEK Türk Takımı (20 kez)

UEFA Kupası'nı kazanan İLK ve TEK Türk Takımı
Süper Kupa'yı kazanan İlk ve Tek Türk Takımı
İnternet sitesine sahip İLK Türk Takımı
Bir İspanyol takımını deplasmanda yenen İLK Türk Takımı (Real Mallorca - Galatasaray: 1-4)
Bir sezonda 2 İtalyan takımını eleyen İLK Türk Takımı (Milan ve Bologna)
Bir sezonda 2 İngiliz takımını eleyen İLK Türk Takımı (Leeds United ve Arsenal)
Türkiye 1. Ligi'ni namağlup bitiren İLK Takım (1985-86)

Profesyonel ligde EN fazla aralıksız şampiyon olan Takım (4 kez üst üste)
Profesyonel ligde yerli hocayla EN çok şampiyon olan Takım (8 kez)
EN fazla şampiyonluk yaşayan futbolculara sahip olan Takım (Hakan Şükür ve Bülent Korkmaz 8 kez, Suat Kaya ve Arif Erdem 7 kez)
Bir sezonda EN fazla Avrupa kupası maçı yapan Takım (17 maç)
Avrupa'da Şampiyonlar Ligi'ne EN fazla katılan Takım (10 kez)
Türkiye Kupası'nı EN fazla kazanan Takım (14 kez)
Cumhurbaşkanlığı Kupası'nı EN fazla kazanan Takım (10 kez)
Avrupa kupalarında 1 sezonda EN fazla puan toplayan Takım (17 maç 34 puan)
Bir sezonda Avrupa kupalarında EN fazla galibiyet alan Türk Takımı (9 kez)
Bir sezonda Avrupa kupalarında EN fazla gol atan Türk Takımı (29 gol)
Deplasmanda aralıksız EN fazla yenilmeyen Takım (40 kez)
Bir sezonda EN fazla maç yapan Takım (58 kez)
Avrupa kupalarında EN çok tur atlayan TEK Türk Takımı
Avrupa kupalarında EN fazla maç yapan TEK Türk Takımı (17 maç)
Türkiye liglerinde bir sezonda EN fazla gol atan Takım (1962-1963 sezonu 105 gol)
Avrupa kupalarında EN çok gol atan Türk Takımı




Teşekkürler GALATASARAY!
Teşekkürler gurur veren bu tablonun yaratılmasında emeği geçen herkese...

Kalemime Kan Değdi...

Tam 100 yıl önce başlayan acı süreç… tam 100 yıl önce başlayan, düşüncesinden dolayı katledilen, amacı sadece olanı biteni tüm çıplaklığıyla kamuoyuna sunmayı bir görev belleyen 62 masum beden… en yakın dostuyla kolkola yürürken sırf İttihatçıların yolsuzluklarını ortaya çıkarttı diyerek iki başı karakollarca tutulan “koskoca” Galata Köprüsü’nde ensesine sıkılan bir kurşunla yaşama veda eden ve Türkiye’de bir sürecin, acı bir sürecin fitilini yakan bu olayın faili meçhul maktülü Serbest Gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi Bey’in 100 yıl önceki cesaret ve ibretlik örneği…

“Hürriyetimizi korumak için çürüttüğümüz ve kuruttuğumuz damarlarımızda kalan son kan damlalarını da akıtmaya hazırız. Sürgüne gidenler gençliklerinin en mesut çağlarını oralarda yitirdiler. Sizin oturduğunuz koltukları reddettiler ve zalimlerle savaşmaktan hiç korkmadılar.
Siz ne zannediyorsunuz? O insanlar bugün inandıkları ilkeler için canlarını vermekten hiç çekinirler mi? Bugün birbirlerine karşıymış gibi görünen bütün arkadaşlar yarın el ele vererek karşınıza dikilirler. Hürriyet savaşından kalmış bir anı olarak yerlerinizde bırakılacağınızı hiç sanmayın… Hasan Fehmi Bey - 1909”

100 yılda sönen 62 ocak. Ne için sadece ideolojileri uğruna ya da savundukları değerleri halka yansıtmak uğruna görevini yaptıkları için mi? Hasan Fehmi Bey’le başlayıp Hrant Dink’le devam eden ve daha kim bilir kimlerin canını daha yakacak bu asırlık ölüm listesi acaba ne uğruna yapılıyor? Hiçbir örgüt ya da iktidar yoktur ki erki eline aldığında kişisel çıkarlarını bir kenara rahatlıkla bırakabilsin ve yine hiçbir erk yoktur ki egolarını bir kenara bırakarak kamuoyunun çıkarlarını gözetsin.

Her biri pırıl pırıl, aydın, gelecek vadeden, zamanının tabiri caizse bataklıkta yetişen çiçekleriydi. Gözüpek Hasan Fehmi Bey, Cesaret abidesi Ahmet Samim Bey, Zeki Bey, Hasan Tahsin Bey, İştirakçi Hilmi, Sabahattin Ali, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu ve daha niceleri… hangi hain kurşunla hangi hain bombayla ya da hangi hain ellerle katledildiler. Birilerinin ayna olmak zorunda olduğu bu dünyada neden gerçeği gösteriyor diyerek kırıldılar. Güç sahipleri her daim sırlara vakıf olacak halk bunları bilmeyecek. Eyvallah. Ama ya güç sahipleri bunların altında kişisel çıkarlarını gözetiyorsa ya güç sahipleri halkın emeklerini çalıp bundan rant sağlıyorsa. Yine de mi gösterilmeyecek?

Bakın Hasan Fehmi Bey dedim de aklıma geldi. Onun idam kararının çıktığı olayı anlatmak isterim size. Hasan Fehmi Bey 1909 yılında Serbest Gazetesinde başyazardır. Günlerden bir gün gazeteden talebesi Sermet Bey’e ertesi gün çıkacak olan yazısını okutmaktadır. Tabi ki dönem istibdat sonrası İttihat ve Terakki’nin güç kazandığı dönem… fedailerin, özgürlük kisvesi altında çevrilen dalaveraların gırla gittiği bir dönem. E böyle bir dönem olur da bunu eleştirenler de olmaz mı tabi ki var. İşte Serbest Gazetesi yani Hasan Fehmi Bey tam da bu görevi yerine getirmekte. Konuya dönersek yine sert bir yazıyı okuyan Sermet Bey şaşkınlıktan kendisini alıkoyamaz. Hasan Fehmi Bey çok güvenilir kaynaklardan aldığı bilgiler ışığında Şeyhülislam Hazretlerinin kişisel yolsuzluklarını dökmesin mi yazıya. Tabi ki yazıyı sert bulur bir yandan da korkar Sermet Bey, başına bir şey gelmesinden endişe duyar Hasan Fehmi Bey’in. Nitekim yazı sonunda büyük de bir sansasyon yarattı. Basın özgürlüğü kısıtlandı, meclisten yasalar geçti ama en önemlisi birkaç güne kalmadı Hasan Fehmi Bey şehit edildi. (H. Topuz “ Özgürlüğe Kurşun” syf.24-25)
İşte bu topraklardaki ilk gazeteci cinayeti bu şekilde işlendi. Tam 100 yıl önce. O günlerden başlayarak kalemiyle ışık saçanların kalemine kan damladı… ilk gazetenin, Takvim-i Vekayi’nin çıkışından 78 yıl sonra ilk kan değdi gazetelere. Bir daha da eksik olmadı zaten…

Şehit edilen 62 gazetecimizi saygıyla ve rahmetle anıyoruz…
O. Vural


Tüm Liste..........................


Hasan Fehmi Bey/Serbest 1909,
Ahmet Samim/Sada-yı Millet 1910,
Zeki Bey/Şehrah 1911,
Hüseyin Kami/Alemdar 1912 veya 1914 ,
Hasan Tahsin/Hukuk-u Beşer 1919,
Silahçı Tahsin/Silah ve Bomba 1914 ,
iştirakçi Hilmi/iştirak,Medeniyet 1922,
Ali Kemal/Peyam-ı Sabah 1922,
Hikmet Şevket 1930,
Sabahattin Ali/Marko Paşa 1948,
Adem Yavuz/Anka Ajansı 1974,
Ali ihsan Özgür/Politika 1978,
Cengiz Polatkan/ Hafta Sonu 1978,
Abdi ipekçi/Milliyet 1979,
ilhan Darendelioğlu/Ortadoğu 1979,
ismail Gerçeksöz/Ortadoğu 1980,
Ümit Kaftancıoğlu/TRT 1980,
Muzaffer Fevzioğlu/Hizmet 1980,
Recai Ünal/Demokrat 1980,
Mevlüt Işıt/Türkiye 1988,
Seracettin Müftüoğlu/Hürriyet 1989,
Sami Başaran/Gazete 1989,
Kamil Başaran/Gazete 1989,
Çetin Emeç/Hürriyet 1990,
Turan Dursun/ikibine Doğru ve Yüzyıl Dergileri 1990,
Gündüz Etil 1991,
Mehmet Sait Erten/Azadi Denk 1992,
Halit Güngen/ikibine Doğru 1992,
Cengiz Altun/Yeni Ülke 1992,
izzet Kezer/Sabah 1992,
Bülent Ülkü/Körfeze Bakış 1992,
Mecit Akgün/Yeni Ülke 1992,
Hafız Akdemir/Özgür Gündem 1992,
Çetin Ababay/ Özgür Halk 1992,
Yahya Orhan/Özgür Gündem 1992,
Hüseyin Deniz/Özgür Gündem 1992,
Musa Anter/Özgür Gündem 1992,
Yaşar Aktay/Serbest 1992,
Hatip Kapçak/Serbest 1992,
Namık Tarancı/Gerçek 1992,
Uğur Mumcu/Cumhuriyet 1993,
Kemal Kılıç/Yeni Ülke 1993,
Mehmet ihsan Karakuş 1993,
Ercan Güre/ HHA 1993,
ihsan Uygur/Sabah 1993,
Rıza Güneşer/Halkın Gücü 1993,
Ferhat Tepe/Özgür Gündem 1993,
Muzaffer Akkuş/Milliyet 1993,
Nazım Babaoğlu/Gündem 1994,
Erol Akgün/Devrimci Çözüm 1994,
Seyfettin Tepe/Yeni politika 1995,
Metin Göktepe/Evrensel istanbul 8 Ocak 1996,
Kutlu Adalı /Yeni Düzen 1996,
Selahattin Turgay Daloğlu 1996,
Reşat Aydın/AA, TRT 1997,
Ayşe Sağlam 1997,
Abdullah Doğan/Candan Fm 1997,
Ünal Mesuloğlu/TRT 1997,
Mehmet Topaloğlu Kurtuluş 1998,
Ahmet Taner Kışlalı/Cumhuriyet 1999,
Hrant Dink/Agos 19 Ocak 2007.

okunası şeyler...

POLİTİKACI DALINDA...
1) “Füzelerle savaş kazanabilirsiniz, ama füzelerin üzerine oturamazsınız...” (Deniz Baykal)
2) “Afrikalı zombiler gibi...” (Bülent Arınç)
3) “Sekiz yıl Özal’a verdiniz, onun iki yılını ananıza verin, o zaman Türkiye şahlanır...” (Tansu Çiller)
3) “Powell’ın ziyareti daha önce yapılsaydı daha iyi olurdu, ancak bu ziyaret tam zamanında yapılmıştır...” (Abdullah Gül)
5) “Ben 1960’larda çalışma bakanlığı yapmıştım. Yani tam hatırlamıyorum ama 1995’e kadar sürdü bu görevim...” (Bülent Ecevit)





KADIN SUNUCU DALINDA...
1) “Evet, bugün perşembe, haftanın son günü, yani bugünü saymazsak...” (Pınar Altuğ, TRT’deki programında)
2) “Sıfır puan kazanırsaniz toplam puanınıza sıfır puan ekleriz...” (Ebru Şallı, Pazar Yıldızı adlı yarışmada)
3) “Siz ben olmuşum, ben siz olmuşsunuz...” (Esra Ceyhan, Huysuz Virjin’e rüyasını anlatıyor)
4) “Tuğba Özay’ı alkışlayan gruba bakıyorum. Büyük bir çoğunluğunu kadın ve erkekler oluşturuyor...” (Ece Erken, Passaparola’da)
5) “Bütün o elektronik şeyler aslında biraz mekanik kaçıyor...” (Gülben Ergen, SMS, e-card gibi yöntemlerden hoşlanmadığını belirtmek istiyor)





ERKEK SUNUCU DALINDA...
1) “Yani şimdi sizin annenizin bütün evliliklerinden elde ettiği toplam çocuk sayısı kaç?” (Sinan Çetin, Film Gibi programında konuğa)
2) “Süreyya Ayhan sizin cinsiniz bilirsiniz...” (Tarik Tarcan, En Büyük Yarışma’da kadın yarışmacıya)
3) “Makul ağla!..” (Savaş Ay, A Takımı’nda sinir krizi geçirttiği Niran Ünsal’a)
4) “Ben, aşki iki kişinin yaşamasından yanayım...” (Vatan Şaşmaz)
5) “Bu çocuk üçünüzden!..” (Erman Toroğlu, Karar Anı adlı programda, karı-koca ve sevgiliye söylüyor)





ERKEK ŞARKICI DALINDA...
1) “Siz düşük yapma halini, her şeyi olan Richard Gere’in mutluluğu Hindistan’da aramasına da benzetebilirsiniz. Düşünsenize, her şeyiniz var ama mutlu degilsiniz...” (Çelik Erişçi)
2) “Müzikte tek eksiğim opera...” (Doğuş)
3) “İlham kaynağım şu gördüğünüz Boğaz. Bu deniz, öküze bile ilham verir...” (Serdar Ortaç)
4) “Her sene bir sene daha geçiyor...” (Tarkan)
5) “Ben, yıllardır süregelen ve gitgide gerileyen arabesk türkücü imajını roketlemek istiyorum. Arabaların torpidolarında en arkada duran kasetleri önlere çıkartmak istiyorum...” (Özcan Deniz)





KADIN ŞARKICI DALINDA...
1) “Estetik haramsa bütün hastaneleri kapatsınlar...” (Petek Dinçöz)
2) “Ses, bedende en geç yaşlanan organdır...” (Nükhet Duru)
3) “Yıllardır olmamıştı, uzun zamandan beri ilk defa tek partili koalisyon oluyor...” (Nil Karaibrahimgil, Bogaziçi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu)
4) “Afrika’dan yamyam getireceğiz...” (Ebru Gündeş, balayına giderken)
5) “Benim o kültürsüz insanlarla işim olmaz, zaten şimdi ultrasyondan çıktım çok mutluyum...” (Ceylan)





MANKEN DALINDA...
1) “Kel miyim, topal mıyım gidip de yasak bir ilişki yaşayayım...” (Didem Taslan)
2) “Birçok arkadaşımın içime girmesine izin verdim, ve ben öyle her arkadaşımı içime alan biri değilimdir...” (Deniz Akkaya)
3) “Şimdiye kadar beraber olduğum erkek arkadaşlarım beni darmadağın etti...” (Gizem Özdilli)
4) “Bu tür şeyler gerçek hayatta da, normal hayatta da yanına yaklaşmam artı sevmem...” (Tuğba Özay)
5) “Erkeğimi asla kahvaltısız bırakmam!..” (Şenay Akay)





DİZİ OYUNCUSU DALINDA...
1) “Tangoya başlarken kadınlar sağ ön, erkekler sol arka ayaklarıyla başlar...” (İpek Tuzcuoğlu)
2) “Laf olsun diye bir şey söyleyecek bir kadın değil o, mutlaka altını doldurur!..” (Tamer Karadağlı, Hülya Avşar için)
3) “Şimdi ben gitsem Amerika’yı ikna etmeye çalışsam beni iplemeyecektir...” (Mehmet Ali Alabora)
4) “Atatürk yaşasaydı, magazin gazetecileri onun da bir frikiğini yakalardı...” (Nurseli İdiz)
5) “Filmin finalini soran anketler internetlerde yayınlandı...” (Özcan Deniz)





SPOR YORUMCUSU DALINDA...
1) “Ağzınla kuş tutsan... ne kuşu?! Ejderha tutsan bunlara yaranamazsınız...” (Ahmet Çakar)
2) “Hayırlı vilayetler...” (Ziya Şengül, İstanbul Valisi ile konuşurken)
3) “İyi püskürtmüş!..” (Şansal Büyüka, hakeme tüküren oyuncu için)
4) “İkinci gol de Boer’un ayağının şeyinden oldu, üçüncü gol gene de Boer’un şeyinden oldu...” (Turgay Şeren)
5) “Bakirelik yalnız bayanda mı olur? Mesela hakemin bakiresi olmaz mı? Yani bozulmamış bir hakem...” (Erman Toroğlu)





HABER SPİKERİ DALINDA...
1) “İnsan, hayvan... her canlının yavrusu ne güzel, öyle değil mi sevgili seyirciler?” (Defne Samyeli, Show Haber)
2) “Bu akşam oynanacak olan Beşiktaş-Galatasaray derbisinin sonucu henüz belli değil...” (Zeynep Kasımlıoğlu)
3) “Bugün çok şey oldu sayın seyirciler...” (Can Ataklı, ana haberi açış cümlesi)
4) “Babayı buldunuz mu?” (Reha Muhtar, haber sunduğu günlerde babasıyla buluşturduğu kıza)
5) “Bize nasıl kullanıldığını gösterebilir misiniz lütfen?” (Gülgün Feyman, kadınlar için üretilmiş prezervatifi tutarak, üretici firma yetkilisine)

Steve Jobs

"You've got to find what you love. And that is as true for your work as it is for your lovers. Your work is going to fill a large part of your life, and the only way to be truly satisfied is to do what you believe is great work. And the only way to do great work is to love what you do. If you haven't found it yet, keep looking. Don't settle. As with all matters of the heart, you'll know when you find it. And, like any great relationship, it just gets better and better as the years roll on. So keep looking until you find it. Don't settle.

Your time is limited, so don't waste it living someone else's life. Don't be trapped by dogma — which is living with the results of other people's thinking. Don't let the noise of others' opinions drown out your own inner voice. And most important, have the courage to follow your heart and intuition. They somehow already know what you truly want to become. Everything else is secondary." Steve Jobs

Meyhaneci

MEYHANECI BIR KADEH DAHA DOLDUR
BU GECE HÜZÜN DOLU ACILARDAYIM
VARLIGIM YOKLUGUM HEPSI SEL OLDU
SEVDIGIM; YARIM GÖZÜMDEN KAYBOLDU

KASETI DEGISTIR ALLAH ASKINA
HALIME ACI; SU BAKISIMA
GÖZLERIM ISTIYOR AGLAMAK DOYASIYA
YÜREKTEN VURAN BIR KADEH DOLDUR

SONSUZ BU GECELER; HERSEY YOK OLDU
DÜNYAM KARARDI; GÖZLERIM KAN DOLDU
ONSUZ NASIL YAPACAGIM BILMIYORUM
KADEH;KADEH ONU ICIYORUM

SEREFINE MEYHANECI; SENIN SEREFINE
KADEHLERLE BAS BASA SANA ICIYORUM
SAG OLASIN SEN MEYHANECI
SAYENDE YARAMI BIRAZ KAPATIYORUM...

written by: Arzu Pronaj 2009

Arzucum yüreğine sağlık çok içten bir şiir paylaşımın için sonsuz teşekkürler...

SEVDAM BENİM KAVGAMDIR

Ne sevdamdan vazgeçerim, ne kavgamdan.
Bizler Leylaların, Mecnunların sevdaları ve uğruna verdikleri kavgaların anlatıldığı hikayelerle büyüdük. Gönül vermişlerin, inandığı yollara baş koymuşların, baş vermişlerin torunlarıyız. Mevla aşkından yazılmış, bestelenmiş Türkülerin nağmeleriyle ruhlarımız beslenmiş hep. Gün gelmiş sevdalarımızı gömmüşüz yüreklerimize, gün olmuş sevdalanmışız bir gönüle.

Bu kadar sevmeyi severiz de ne hikmetse, en çok da sevdiklerimizle kavga ederiz. Kendimizi severiz, kendimizle didişiriz iç dünyamızda. Ailemizi severiz, ailemizle atışırız. İşimizi severiz, işimizle kavga ederiz. Vatanımızı severiz, hep eleştiririz acımasızca.
Ne sevda kavgasız, ne de kavga sevdasız olamıyor bir türlü. Aslında sevdasız kavga da bir kuru gürültü gibi. Kavgasız sevda ihtirastan öte değil.

Sevdamız ahdimiz, kavgamız vefamızdır bizim. Ahde vefa duyanlardan olduk hep. Vefa varlığıyla bize sevdamızı hatırlatan bir dosttur. Ben bu dostumu nedense, anlaşılamadığım, ya da kendimi anlatamadığım; dinlemediğim, dinletemediğim zamanlarda hatırlıyorum. Bu da kendimle kavga etmeme sebep oluyor. Çünkü arzularım ve yetinmelerim arasında gidip geldiğim bir mücadelem var.

Ailelerimizi tabi ki çok seviyoruz. Ama en çok da onları dinlemeyiz, üzeriz. Hem onlardan anlayışın zirvesini bekleriz hem de onları anlamayı hiç denemeyiz.
İşimizi de severiz. Anlayamadıklarımızı, henüz bilmediklerimizi öğrenme; daha iyisini daha kazançlısını elde etmenin kavgasını veririz.

Vatanımızı kutsal bilir ona göre severiz. Daha iyi daha yaşanılır, daha güçlü olması için kavgalar veririz. Kavgamız yoksa teslim olmuşuz demektir.
Kendi hayat mücadelemiz içerisinde, dünyalık kavgalarla, sevdalandığımız amaçlar yolunda verdiğimiz kavgalar, çakışabilir. Bocalayabiliriz de.

Bazen büyük sevdalar ve büyük kavgaların yorgunluğu, gereksiz oyalanmalarımıza sebep olabilir. Bu defa etrafımızla kavga etmeye başlarız. Yerli yersiz tartışmalarla birbirimizi incitir, incinebiliriz de. Bu da bizi biz yapanı, biz olanı yaralar, yıpratır. Anlamsız kişisel heveslerimiz, ulvi ortak duygularımızın, sevdalarımızın, ayrıştırıcısı olmaya başlayabilir. Kavgamızda zafiyete düşmüşsek, zafiyetimizi giderecek tek gücün sevdamız olduğunu unutmamalıyız. İçimizdeki ben yok olmalı ki hizmet sevdası yolunda hep beraber, yılmadan yürümeye devam edebilelim. Kendimizle yüzleşmeyi bilmek zorundayız. Sevdamız sabun köpüğü gibi gelip geçici kavgalardan ibaret değildir ki…..

Kendimizi sevmekle başladık. Ailemizi, çevremizi, işimizi sevmekle devam ettik. Vatanımızı, insanımızı sevdik. Hizmeti sevdik, kavgamızı sevdik. Ses olduk, çığlık olduk.
Yolumuzu karanlıklara teslim etmedik. Işığımızı hiçbir zaman kayıp etmedik. İçimizi aydınlatan en parlak ışığın inancımız olduğunu hiç unutmadık. Ateşin etrafında dönen pervaneler gibi ışığımıza sevdalıyız. O’na ulaşma yoludur, sevdamız da kavgamız da.

NECATİ ŞAŞMAZ

GÖKOVA’DA BİR MAVİ KUŞ

Gökova’da dere kıyısında çardak altında
Bülent, Soner, Doğan, ben bir de Erhan
öğle üzeri rakı içiyoruz güneşli bir günün balından
yosuna kesmiş bir su alıp gidiyor içimizdeki kederi ve hüznü
masada balık, yeşil salata, acı biber, mavilik ve ava çıkmış bir bulut
Bülent’in ölümün anayurduna ayak basmamış sessizliği
Soner’in gözlerinin yalçın doruklarında ışıl ışıl yanan insan sevgisi
Doğan’ın merhaba pınarından süzülen tabiat bilgisi
Erhan’ın sevgiye kırdırdığı bonoyla vergisini ödediği dostluğu
benim bu mutluluk uçurumunda yalnız başıma kalmışlığım
var bir de masada

Gökova’da dere kıyısında çardak altında
Bülent, Soner, Doğan, ben bir de Erhan
rüzgârla bezeli bir mavi masada rakı içiyoruz öğle üzeri
güneş de oturmuş bizimle , rüzgâr da, bir bulut yumağı, bir mavi kuş da
güneş alıp gidiyor yüreğimizden yalnızlığın çığlığını ve hüznü
rüzgâr resmini çiziyor tarih öncesi bir söğüt yaprağına mutluluğun
kuş ayak ayak üstüne atmış rakı içiyor, ama el sürmüyor balığa
bulut bir türküye başlıyor, güftesi mavi, bestesi dostluğun hasından
Bülent dalıp dalıp gidiyor yoldan yeni gelmiş ışık harmanına
Soner bir avuç suda yansıyan sevgiyi sevinci anlatan kuşu dinliyor
Doğan çatalının ucuna taktığı bir parça maviyle el sallıyor denize
Erhan rakıları tazeliyor bir daha dostluk pınarından

Usulca kalkıp denize dönüyorum yüzümü
Bülent de kalkıyor, Soner’le Doğan da, Erhan da
birden kanat vurarak uçmaya başlıyoruz bir mavi çığlıkla yürek yüreğe
bir mavi kuş, bir mavi güneş, bir mavi rüzgâr, bir mavi bulut da bizimle...

REFİK DURBAŞ

SEVGİ DUVARI

sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi

kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi

baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

Can YÜCEL

KORSAN TÜRKÜSÜ- NAZIM HİKMET

Korsan Türküsü

İşte..
geniş ağızlı palalar gibi parıldıyor güneşte,
kulakları altın küpeli korsanların türküsü :

Donna Madonnanın yuvarlak
kalçaları gibi oynak fıçılardan
içtik İspanyol şarabını !
Karıştı Madrit orospularının kanı kanımıza !

Beş yüz baş zenciyi zincire vurduk,
üç direkli kadırgayı doldurduk,
aldık yükü geliyoruz !
Taze balık gibi çıktık denizden ;
korkma bizden
tombul, esmer kollarını aç Madonna !
Afrikada gözü kanlı korsanız amma
Lizbonda namuslu bezirgânız !

Kaçıyor kara çıplak derilerin sürüsü !
Kaçırma vur bir yandan
durma doldur öbüryandan :
Donna Madonnanın yuvarlak
kalçaları gibi oynak fıçılardan
erimiş altın gibi akan
İspanyol şarabını !

Karışsın Madrit orospularının kanı kanımıza !

.

Nazım Hikmet Ran

Sarhoş olun!

Her zaman sarhoş olmalı.herşey bunda: biricik mesele bu. Omuzlarınızı ezen, sizi toprağa doğru çeken Zaman'ın korkunç ağırlığını duymamak için, durmamacasına sarhoş olmalısınız.

Ama neyle? Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun.

Ve bazı bir sarayın basamakları üzerinde, bir hendeğin yeşil otları üzerinde, odanızın donuk yalnızlığı içinde, sarhoşluğunuz azalmış ya da büsbütün geçmiş durumda uyanırsanız, sorun, yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saate sorun, her kaçan şeye, inleyen, yuvarlanan, şakıyan, konuşan her şeye sorun, “saat kaç?” deyin; yel, dalga, yıldız, kuş, saat hemen verecektir karşılığını: “sarhoş olmak saatidir! Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz”

Baudelaire

BANA “BİR DAKİKA” AYIRIR MISINIZ?

Hayatımızdaki “bir dakikaların önemini hiç düşündünüz mü?

İşimiz olur “bir dakika deriz”, söylemek istediğimiz şeyler genellikle bir dakikadır, suyun altında nefesler genellikle bir dakika tutulur. Sevmek bir ömür boyudur ama sevişmek bir dakikadır.

Her şey ama her şey bir dakikada olur,

Ömür dediğin de bir dakikadır. Çok sevmek için yıllarca beklersin ama doğru insanı gördüğünde bir dakikada seversin. Keza ayrılıklar da öyle; kopamazsın, uğraşırsın, didinirsin, ayrımlamamak için elinden geleni yaparsın ama ayrılık vakti gelip çattığında ayrılık çanı sadece bir dakikada çalar.

Her şey ama her şey bir dakikada olur,

Ölüm bir dakikada gelir, güzel anlar bir dakika gibi geçer… sevdiklerinle zaman bir dakika gibidir. Bir dakika aslında altmış saniyedir. Yani her nefes alışta bir saymak gibi. Ama aynı zamanda göz açıp kapatmak gibi. Yaşlı bir amcaya ya da teyzeye göre ömür dediğin zaten bir dakikadır. Yeni bir bebeğin dünyaya gelmesi bir dakikadır.

Her şey ama her şey bir dakikada olur,

Sevilen bir filmi izlerken zaman bir dakikada geçer. Sevdiğinin elini tutmak için verdiğin mücadele saatler gibi gelirken elini tutmanla bırakman arasındaki saatler ise bir dakika gibidir. Bir tek hapishanelerle hastaneler bozar bu kaideyi oralarda bir dakika saatler günler hatta haftalar gibidir. Ama olsun yine de bir dakika önemlidir.

Her şey ama her şey bir dakikada olur,

Bir kalp krizi geçirene sorsan yaşamla ölüm arasındaki ince çizgi bir dakikadır. Bir sevene sorsan ayrılık öncesi son buluşma bir dakika gibidir. Yeni doğan bir bebeğe sorsan gün ışığını ilk gördüğü ilk nefesini soluduğu zaman dilimi bir dakika gibidir. Başbakanımıza göre bile söz isteme ya da söze müdahale etme süresi one minute’dir.

Her şey ama her şey bir dakikada olur,

Çok güzel bir sevişme bir dakika gibidir. İlk kez göz göze gelinen an da yine aynı bir dakika… hayatın değişik enstantaneleri bir dakika da yakalanır. Fotoğraftaki “o an” bir dakikadır. Gülen bir yüzün solması, solgun bir yüzün gülmesi bir dakikada olur. Bir dakika içinde değişir yaşamlar. Hatta bazen bir dakikadan da az kırk saniyede. Çöken hayatlar, kararan ışıklar sönen ocaklar…

Her şey ama her şey bir dakikada olur,

Yaşam da ölüm de her şey ama her şey bir dakika da gerçekleşir. Hayatın koşuşturmacası sadece bir dakikadan ibarettir. İzinler dahi bir dakika diyerek istenir. şimdi müsaade edersiniz bir dakikanızı alacağım. Lütfen bir dakika izin verin ben bir dakikada şu hayatımı yaşıyıvereyim…

Konfüçyüs'ten Aşk Öğütleri

Konfüçyus'un Aşk Öğütleri...
1- Tedavi edilemez derecede romantik olun.

2- Birlikte kitap okuyun, elele tutuşun ve birlikte düzenli yürüyüşlere çıkın.

3- Gülümsemeler bulaşıcıdır. Ona da bulaştırın.

4- Güvenilir bir sırdaş olun ve onu hiç kimseye şikayet etmeyin.

5- Onun en sevdiği çiçeği, rengi, müziği, şiiri ve yazarı bilin.

6- Ona, beklemediği hoş sürprizler yapın. Hiçbir neden yokken de kart ya da küçük aşk notları yollayın.

7- Birbiriniz için özel ve gizli takma adlar bulun.

8- Aşk, birlikte saçmalamaktır. Arada bir, birlikte sonuna kadar saçmalayın.

9- Kimin haklı olduğunu tartışmayın, neyin doğru olduğuna karar verin. Her tartışma sonunda barış anlaşmasını bir öpücükle imzalayın.

10- Sevdiğinizi yalnızca onun duyabileceği biçimde eleştirin. Övgünüzü ise bütün dünyaya duyurun.

11- Bedeninize iyi bakın. Daima sağlıklı ve dinç olmayı hem kendinize hem de ona borç bilin.

12- Bir kucaklaşmadan ilk ayrılan siz olmayın.

13- Eş seçmek kitap seçmeye benzer, iyi tasarlanmış bir kapak ve cilt ilginizi çekebilir. İceriği sağlam olmadıkça sonunu getirmek zordur.

14- Aşk için evlenin. Hem eşinizin hem de kendinizin en iyi arkadaşı olun.

Derdi Olan Neylesin?

Yavuz Sultan Selim Han, Mısırı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline
alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir.

Bu sırada bir çadırda kalıyor. Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı
bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama
kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz
Selim Han çadırına dönüyor.

Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve ona âşık
olur. Lâkin umutsuz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i
Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye... Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz
boyutlara ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde
Halifeye açılmaya karar verir.

Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir
yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devâsâ farkın kendini
engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini
kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir.

Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır.

Notta sadece üç kelime yazılıdır:

"Derdi olan neylesin?"

Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz
Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye
olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar:

"Derdi neyse söylesin."

Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye
temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı
yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha
artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun
altına şu cümleyi ekler:

"Korkuyorsa neylesin?"

Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar:

"Hiç korkmasın söylesin."

Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye
söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip
Halifeyi beklemeye başlar.

Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur.
Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur.

Yavuz Selim Han:

"Buyurunuz, sizi dinliyorum"

deyince, cariye tüm cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek
için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur.

Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur. Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek
ve mahcup bir sesle:

"Efendim..." der.

"Cariyeniz... Size..."

ve cümlesini tamamlayamadan yığılıp kalır. Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden
ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife
gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der:

"Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda
ölür."

Bir Kadını Ağlatırken çok dikkat edin.

" ...bir kadını ağlatırken çok dikkat edin,
çünkü Tanrı gözyaşlarını sayar!
Kadın erkeğin kaburgasından yaratıldı,
ayaklarından yaratılmadı, öyle olsaydı ezilirdi;
üstün olmasın diye başından da yaratılmadı.
ama göğsünden yaratıldı,
eşit olsun diye;
kolun biraz altından korunsun diye...
kalp hizasından sevilsin diye... "

Talmud'dan alınmıştır.

kabak ile kavakın hikayesi...

Büyük bir kavak ağacının yanında bir kabak ağacı boy göstermiş.Bahar ilerledikçe bitki kavak ağacına sarılarak yükselmeye başlamış.

Yağmurların ve güneşin etkisiyle müthiş hızla büyümüş ve neredeyse kavak ağacıyla aynı boya gelmiş.

Bir gün dayanamayıp sormuş kavağa:

"Sen kaç ayda bu hale geldin ağaç?"

"On yılda",demiş kavak.

"On yılda mı?diye gülmüş ve çiçeklerini sallamış kabak.

"Ben neredeyse iki ayda seninle aynı boya geldim bak!"

"Doğru,"demiş ağaç."Doğru."

Günler günleri kovalamış ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üşümeye,sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar arttıkça da aşağı doğru inmeye başlamış.
Sormuş endişeyle kavağa:

"Neler oluyor bana ağaç?"

"Ölüyorsun,"demiş kavak.

"Niçin?"

"Benim on yılda geldiğim yere,iki ayda gelmeye çalıştığın için."

Bir İşsizin Günlüğü, Neler Yapar, Nasıl Yaşar?

-1 senedir işsiz olduğundan en az bir psikolojik rahatsızlığa yakalanmışsındır.(göz seyirmeleri,takıntılar vs vs)

-Gün içinde anneanenin en az 1 kere rencide edici “filanların oğlu da şurda çalışıyomuş” lafına maruz kalırsın.

-Liseden arkadaşlarının seni facebook’tan bulmamasını dilersin(employment kısmı boş)

-lise arkadaşlarının düğünlerinden mümkün olduğunca uzak durursun..kesin maaş geyiği yapılacaktır..

- Eskişehir yolu-kızılay hattı otobüslerine binmemeye çalışırsın..kravatlı insanları görmemek için.

-Forumlara üye olurken meslek kısmına “diğer”i seçersin -Evde otururken national geographic-discovery channel izlemekten veteriner ve ya inşaat mühendisliği okumuş kadar olursun..ya da sabah sabah seda sayan izlemekten östrojen bile salgılarsın

-Kariyer sitelerine yapılmış 30 başvurunun yanında sıfır mektubunuz var kısmına alışırsın.

-Her sabah uyandığında balkondan servise binen çalışanlara gıpta ile bakarsın

-nasıl olsa işin olmadığından markete sen gidersin,faturaları sen yatırırsın,hastaneye,otogara götürülecek bi akraba varsa sen götürürsün

-anneden babadan para isterken kartondan he-man maskesi takarsın.

-işsizlik konusunda ahkam kesen devlet büyüklerimizin oğullarının ve kızlarının neden amerika’da okuduğunu,bu konuya ne kadar duyarlı olabileceklerini düşünürsün.

-ülkemin pırlanta gibi gençlerinin siyasi çekişmelerin perdesinde işssizlikten acı çektiğini,zor durumda ki ailesine ekmek götüremediğini düşünür bazı şeyleri değişmesini dilersin.

-Allaha bol bol şükür edersin.elim ayağım tutuyor hala çalışabilirim diye.

Fenerbahçe'nin Türkiye Kupası Macerası...

Hazır Türkiye Kupası maçları oynanırken ben de bu kupa aklıma geldiğinde kafamda oluşan durumu size yansıtmak istiyorum. kuşkusuz kupanın en başarılı(!) takımı fenerbahçe. ve ben bu fenerbahçenin başarısını belgeleyen bir belgeyi yayınlamak istiyorum. bu istatistiki veriler ve bilgiler tamamen alıntıdır tarafımca derlenmemiştir. ancak derleyenin de ellerine sağlık bu kadar güzel bir çıkarılamazd doğrusu:)

Fenerbahçe Türkiye Kupası'nı en son aldığında,


• Kenan Evren Cumhurbaşkandı, Turgut Özal 1983 sonunda başbakan oldu.
• Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş yasaklı liderlerdi.
• DSP, SHP, MHP, CHP siyaset sahnesinde henüz yer almamıştı.
• 12 Eylül sonrasının yerel seçimleri henüz yapılmamış, Bedrettin Dalan İstanbul Belediye Başkanı olmamıştı.
• Koç Grubu'nun patronu Vehbi Koç'tu ve görevi Rahmi Koç'a devretmemişti.


• Ünlü illüzyonist Zati Sungur hayattaydı.
• İstanbul Atatürk Havaalanı'nın adı "Yeşilköy Havaalanı" idi.
• Vatandaşlıktan çıkarılan Cem Karaca yurda dönmemiş, "Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda" şarkısını yapmamıştı.
• Türk Halk Müziği sanatçısı Ruhi Su hayattaydı.
• Usta sinemacı Yılmaz Güney hayattaydı.
• Adile Naşit hayattaydı.
• Alışverişlerimizde 5 liralık banknot kullanabiliyorduk.
• Jupp Derwall Galatasaray ile anlaşmamıştı.
• Askerlik 18 aya henüz inmemişti.
• Microsoft, Windows'u yapmamıştı.
• İnsanlık henüz internetle tanışmamıştı (daha 7-8 yıl beklemesi gerekecekti)
• Çernobil nükleer santralı patlamamıştı.
• Cep telefonu, araç telefonu yoktu.
• Telsiz kullanmak yasaktı.
• Taksilerde taksimetre yoktu.
• Apple Macintosh bilgisayarlar icat edilmemişti.
• Philips CD'yi daha yeni üretilmişti.
• Şehirlerarası telefon görüşmeleri için 031'i arar, kayıt verirdik.
• Haberleşmede telex kullanılırdı.
• Televizyonumuz siyah beyaz ve tek kanallıydı (TRT). Renkli televizyonumuz zaten yoktu.
• Sovyetler Birliği dağılmamıştı. Almanya, doğu ve batı olmak üzere iki parçaydı; Berlin duvarı yıkılmamıştı.
• Emre Belezoğlu 3, Hasan Şaş 7, Tuncay Şanlı 1, Nihat Kahveci 4 yaşındaydı. (Toplu liste aşağıda)
• KDV icat edilmemişti.
• 2. Boğaz Köprüsü yoktu.
• Otoyollar yoktu.
• AIDS yoktu.
• Üzerimizde döviz (dolar, mark v.s.) bulundurmak suçtu.
• İran ile Irak savaşıyordu.
• Telefon numaraları İstanbul'da 6, diğer kentlerde ise 4 veya 5 rakamlıydı.
• Celal Bayar hayattaydı.
• Naim Süleymanoğlu Bulgar vatandaşıydı (Naim Süleymanof)
• V.s. V.s.


SON KUPADA KİM KAÇ YAŞINDAYDI?
Volkan Demirel Doğum tarihi: 27.10.1981: 2 yaşında
Stephen Appiah Doğum tarihi: 24.12.1980: 3 yaşında
Ümit Özat Doğum tarihi: 30.10.1976: 7 yaşında
Zafer Biryol Doğum tarihi: 02.10.1976: 7 yaşında
Tuncay Şanlı Doğum tarihi: 16.01.1982: 1 yaşında
Kerim Zengin Doğum tarihi: 13.04.1985: 2 sene sonra doğdu
Can Arat Doğum tarihi: 21.01.1984: 1 sene sonra doğdu
Gürhan Gürsoy Doğum tarihi: 24.09.1987: 4 sene sonra doğdu
Önder Turacı Doğum tarihi: 14.07.1981: 2 yaşında
Alex de Souza Doğum tarihi: 14.09.1977: 6 yaşında
Selçuk Şahin Doğum tarihi: 31.01.1981: 2 yaşında
Serdar Kulbilge Doğum tarihi: 07.07.1980: 3 yaşında
Semih Şentürk Doğum tarihi: 29.04.1983: O sene doğdu
Deniz Barış Doğum tarihi: 02.07.1977: 6 yaşında
Kemal Aslan Doğum tarihi: 24.10.1981: 2 yaşında
Olcan Adın Doğum tarihi: 30.09.1985: 2 sene sonra doğdu
Serkan Balcı Doğum tarihi: 22.08.1983: O sene doğdu
Rüştü Reçber Doğum tarihi: 10.05.1973: 10 yaşında

Biz de çocuktuk...

Hijyenik olmayan pamuklu cocuk bezi ile tahta besik ile buyuduk.
Cocuklar icin guvenli kapaklar, kilitler, elektrik prizleri yoktu.Ve bisiklete kasksiz binerdik. Gidecegimiz yere yanimizda bir koruyucu ile degil yalniz giderdik hic bir rizikoyu dusunmeden. Otomobilde cocuk koltugu olmadan ve
kemer baglamadan tasirdi bizi. Erkek cocuklarin tornetleri vardi. Onlari bir otomobil edasi ile kullanir, bakar ve
parkederlerdi. Sonra karsilarina gecip hayran hayran seyrederlerdi. Butun imalati bize aitti.

Cesmeden su icerdik.. Pasta yerdik, ekmek yerdik, sekerli icecekler icerdik ve fazla kilolarimiz yoktu cunku sokakta
oynardik. 3-4 arkadas ayni siseden icerdik ve hicbirimiz olmezdik. Oyuncak arabalari haftalarca ugrasip kendimiz yapardik sadece fren yapinca nasil iz kaldigini gorebilmek icin. Problemlerimizi kendimiz cozmeyi ogrendik. Sabah
evden cikip aksam sokak lambalari yanincaya kadar disarida kalabilirdik. Anamiz gece sokaktan bizi ceke ceke, bagira bagira alirdi. Kimse bize ulasamazdi cep telefonlarimiz yoktu. Akillara zarar! Playstationlar, nintendolar, videolar, PC, 98 kanalli kablo yayini, internet, chat odalari yoktu.
Arkadaslarimiz vardi sokaga cikar ve bulurduk onlari. Oynadigimiz oyunlarda bazen canimiz yanardi, agactan duserdik, heryerimiz cizilirdi, cesitli kazalar ve yaralar olurdu. Ama asla haklilik haksizlik kavgasi olmazdi. Doktora
giderdik kimse de sucluluk duymazdi.
Hatirlar misiniz kazalari? Dovusurduk, itisirdik mor lekeler olusurdu ama biz cabucak iyilesmesini ogrendik. Agac
dallarindan celik comak oynardik, birbirimizin gozunu oymazdik. Komsu bahcesindeki kiraz agacina dalardik.
Bilirmisiniz "dalmayi" meyva bahcesine "dalmayi" dut agaclarinin tepesinde dolasmayi onu sallamayi ve ortunun uzerinden dut yemeyi bilirmisiniz?

Onceden haber vermeden bisikletle veya yuruyerek bir arkadasimiza gidip zili calardik, iceriye girip saatlerce oynar,
konusurduk (Dusunebiliyormusun uz habersiz). Eger dogru zamanda gelmediysek iceri giremezdik. O zaman da
hayal kirikligini ogrenirdik, herseyin istedigimiz gibi ve istedigimiz zamanda olamayacagini ogrenirdik.

Ogretmenlerin daha cok zamani vardi ve neseliydiler. Herkes koleje gitmezdi, gitmeyenler aptal sayilmazdi. Kuafor de olunabilirdi. Sans-talih-kader- kismet sattiniz mi sokaklarda. Bagira bagira. Sonra kutudaki gofretleri oturup bir kosede gizlice yediniz mi siz? Yaptigimiz herseyin arkasinda dururduk ve tutarliydik. Okulla veya kanunla celiskide
oldugumuzda ailemiz bizi dislar mi dusuncesi yoktu.

Sorumluluk sahibiydik ve herseyi basardik.!!! .." Evet biz basardik ve cocuklugumuzu yasadik doya doya... Evet
biz de cocuktuk.


...alıntıdır...

Şimdi Reklamlar...

Mc. Donald's, Nike, Adidas, BP, Shell, vs vs.. bu liste böyle uzayıp gidiyor.
Dünya öyle bir hale geldi ki günümüz "modern" toplumlarında insanlar bir arada yaşamanın değişik bir yolunu buldular. Nedir bu yol? "Kuralım global şirketler, ulaşalım dünyanın dört bir yanına, bütün insanlara hizmet götürelim." bu mudur peki globalleşmenin tanımı? Bence değildir. İnsana hizmet bu dünya da son düşünülen şey oldu artık. baksanıza insana hizmet eden çevresini kitletir mi? insana hizmet eden suç işler mi? insana hizmet eden kazanmanın önünde engel olmadığını her yolun mübah olduğunu söyler mi? diyeceksiniz ki ne alakası var bütün bu saydıklarının büyük şirketlerle. çok alakası var. bunlar değil mi Malezya, Endonezya gibi ülkelerde ucuz işçilerle üretim yapan. Bunlar değil Güney Amerika'nın ücra köşelerinde, kakao işletmelerinde çocuk işçileri kullanan. Ve yine bunlar değil mi Afrika'nın dört bir yanında ya petrol ya da bir başka değerli madde için iki karşıt grubu birbirine düşüren. peki nerde kaldı büyük misyonlar, vizyonlar, reklamlar, sosyal kampanyalar? nerde kaldı insana hizmet yapıyoruz diyen anlayışlar? Bunların insan dedikleri, Avrupa'da, ABD'de, ya da diğer ülkelerin zengin noktalarında yaşayanlar mı? Sözde sınırları kaldırdılar, insana hizmete, herkese hizmete başladılar. reklam çalışmaları herkesin elinde hatta dünyanın en dip bucak köşelerinde yaşayan kabilelerin bile elinde büyük şirketlerin ürünleri... ben somut örnekler vermiyorum detaylarını merak edenler Klaus Werner/ Hans Weiss'in markaların kara kitabı isimli kitaba göz gezdirebilirler. benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta; sınırların kalkıp herkesin ortak yaşam alanı oluştuğu savıdır. sınırlar, yüzyıllardır vardır. var olmaya da devam edecektir.
Bütün yukarıda da belirttiğimiz markaların genelinin doğum yeri olan ABD ile ilgili geçtiğimiz günlerde basında çıkan çok ilginç bir habere rastladım. Sözde dünyanın süper gücü ABD, Absolut isimli İsveçli bir votka markasının yaptığı reklama çok kızmış. Reklam Meksika için yapılan bir çalışma ve içeriğinde de "Absolut bir dünya" sloganı var. diyeceksiniz ki ne var canım bunda. bence de bir şey yok ta ki reklamın görseli olan Meksika haritasının ABD içlerine uzanan ve özellikle 1848 yılında Meksika tarafından kaybedilen Kalifornia topraklarını da içine aldığının görüntüsü. ABD'yi de kızdıran tam olarak buymuş. şimdi ABD-Meksika savaşlarına değinmek istemiyorum. ancak kısaca şunu söyleyebilirim ki bölge vakti zamanında çok baş ağrıtmış ve Meksika'nın en çok hayalini kurduğu bölge. Meksika bu olayı bir propaganda malzemesine çevirmiş durumda. Hemen bir açıklama yaparak bu durumdan memnun olduğunu ve bunun da onların bir "toprak talep etme yöntemi" olduğunu belirtti. Tabi ki bu bir anlamda Meksika’nın ekmeğine yağ süren bir olay. Baksanıza adamlar günümüzün reklam ya da onların tabiriyle “ toprak talep etme yönetimini” bulmuşlar. Ama asıl olayı çıkartan ABD. ABD’ye göre bu büyük bir ayıp ne demek koskoca bir süper gücün en önemli toprak parçasını- ki bu topraklar aslında çok önemli ve stratejik. Çünkü ABD topraklarının büyük çoğunluğunu oluşturmakta.- elinden alınmış göstermek... ha şimdi asıl sorun burada başlıyor. Acaba ABD'nin aklına yıllar önce ve aslında bugün bile, dünyanın dört bir köşesinin sınırlarını, elinde kalem önünde harita çizerken ve en önemlisi de özellikle Afrika ve Ortadoğu'da dümdüz hiçbir etnik köken, ırk, yaşam tarzı vs. gibi sosyal konulara değinmeden cetvelle sınırlar belirlerken, kendisinin de gün gelip bunlara maruz kalabileceğini bu dünya da onun da yaşadığını nice böyle kendini dünyanın süper gücü sanan ülkelerin, milletlerin tarihte silinip gittiğini hiç düşündü mü acaba? Belki de düşündü ancak işine gelmedi tabi ki. O kadar kötü bir durumda kaldı ki şu anda ne yapacağını şaşırdı. Kendisi yıllarıdır global markalar üzerinden siyaset yaparken şimdi de yine kendisi maruz kaldı bu duruma. Asıl ben şimdi Meksika ya da ABD değil de Absolut’ün tepkisini merak ediyorum. Ne olacak acaba? ABD’de yasaklanacak mı? Yoksa komple dünyaya bu markayı değil bizim ürettiğimiz X markayı mı alın denilecek? Yok hiçbirisi değil. Gördüğüm şu ki o günden sonra ne reklamdan söz edildi ne de başka bir yerde olayın ilerleyen sürecine rastladım. Ve sanırım sadece arşivlerde ve benim bu yazımda değinilen bir nokta olarak kaldı. En çok da ben üzülmedim bu duruma sanırım baksanıza Meksikalıların da hevesleri kursaklarında kaldı. “toprak talep etme yöntemleri” elinden alındı. Ne diyelim bize de bu durumda sağlık olsun demek düşer. Belki birileri de bir gün bizim topraklarımızı Selanik’ten Musul’a, Erbil’e, Kerkük’e, Manastır’a kadar çizer. reklam bile olsa…

Ömer Hayyam'dan...

Sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin
Tekkede , manastırda eremezsin
Bir kez gerçekten sevdin mi dünyada
Cennetin cehennemin üstündesin

Bir sır daha var , çözdüklerimden başka
Bir ışık daha var , bu ışıklardan başka
Hiç bir yaptığınla yetinme , geç öteye !
Bir şey daha var , bütün yaptıklarından başka

.........................................


Cennette huriler varmış, kara gözlü
İçkinin de ordaymış en güzeli
Desene biz çoktan cennetlik olmuşuz
Bak bir yanda şarap, bir yanda sevgili..

.........................................

Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el alem!

........................................

ömrümüzden bir gün daha geldi geçti;
derede akan su, ovada esen yel gibi.
iki gün var ki dünyada, bence ha var ha yok:
daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.

.........................................

Adil davranmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun kaç para
Hırka , tesbih , post , seccade güzel ama
Tanrı kanar mı bunlara..

Ömer Hayyam(18 Haziran 1048 - 4 Aralık 1131)

Merhabalar

Uzuun zaman önce kapattığım blog sayfamın yerine, şimdi bu blogumla dönüş yapıyorum... en güzel yazılarımı ve paylaşımlarımı bulabilirsiniz burada...